"Konya'dan Dünya'ya"

resim

SEÇMENİN KARARI BELLİ.!


Mesleğimiz gereği her sorduğumuz seçmenin cevabından çıkardığım şu ki “Seçmen kendine yakışanı yapacak!”

Bakmayın siz ahalinin yıllardır ve klasik anlamda “Karpuz gibi ortadan ikiye kutuplaştık ve bölündük” mavallarına…


Dışardan bakınca öyle gibi görünmesinin tek sebebi mevcut düzene ses çıkartmayanlar ile başkaldıranlar olarak ikiye bölünmüş gibi göründüğümüz doğrudur.

Ancak taban tabana zıtlaşan ve asla ortak noktaya yanaşmayanların yüzdesi her iki kesimde de yüzde yirmileri asla geçmez. 


Akıl ve beyin çapları ile saplantılı biatçılıkları kadar insanlığı olduğunu bildiğim bu kesimleri toplamı etti mi yüzde kırk.. 

Kalan çoğunluk olan yüzde altmışın, oy verme noktasındaki belirleyici tercih noktaları “Menfaatleri” olduğuna eminim. Bu menfaatçilerin toplamı içerinde ise şöyle bir ayrım yapacak olursak; maddi, şahsi ve ticari menfaat peşinde olanların oranı, siyasi, dini ve manevi beka menfaati peşinde olanların neredeyse tam üç katı olduğundan eminim.


Hal böyle olunca da bu benim bildiğimin daniskasını bilen siyasi partiler ve liderleri işte bu yüzde altmışlık menfaatçi cepheye, uygun rüşvet projeleri için algı derdindeler..

Fakir fukara, garip guraba edebiyatı ile iktidara gelip devletin kamu imkanlarını ele geçirenler ile sırf kişisel ve bireysel maddi manevi gayretler üzerinden yapılan bu seçmen ayartma yarışını kimin kazanacağı sorusunun cevabına buradan gidebiliriz.


Bu gruptakilerin benzer ve ortak davranış ve hitap ifadeleri ise şöyle;

“Hangi parti yada aday benden oyumu isterse, asla dürüstlük yapmayarak,  “Tabii inşallah. Ben şahsen zaten sizi sever sayarım. Sizden öncekilerden neyiniz eksik. Kazanmanız için elimden geleni yaparım. Kazanınca da artık siz benim şu işime bir el atacağınızı umuyorum..” demekten başka çaremiz mi var?”

Hatta, “Verilen hediye paketleri, yemek davetleri ve bilumum rüşvetleri, fazlasıyla isteyerek almak ve oy sözü vermek adına gerekirse yalan yemin atmanın bile günah olacağını sanmıyorum..” diyenlerin sayısı öyle fazla ki..


Dolaysıyla gelinen noktada 14 Mayısta kim kazanırsa kazansın, kaybeden çoğunluğumuzu oluşturan her halükarda “Şahsi, siyasi ve ticari maddi menfaati peşinde koşmayı marifet saymaya devam eden” zavallı beyinsizler sayesinde bizler olacağa benzeriz.


Öyle ya; bu yobazların oyu da sandıkta bir sayılıyor, aklı başında ahlaklı, dürüst ve gerçek anlamda devletin ve milletin bekasını düşünüp öngören bilinçli insanımızın oyu da bir sayılıyor ya…


“Eğitim ve kültür seviyemizin düzelmediği ve evrensel insani değerlerden nasiplenenlerimizin sayısı çoğunluğu oluşturmadıkça biz daha çoook “Biz nerede yanlış yaptık?” zırvasına sığınmaya devam eder dururuz böyle bozuk plak misali.




HADİ BİZ HAİNİZ? YA DEPREMZEDELER?


“Hayaller zaten bitmişti, umuda da heves bırakmadınız.”


Bugün yani 22.02.2023 Çarşamba tarihi itibariyle felaketin üzerinden 16 gün geçmiş ve hayatta kalan depremzedeler için adeta 16 asır sonunda gelinen noktada hala Devlet ifadesinin bendeki derin anlamına vebal gelmemesi adına kullanmak istemem ama her türlü medya organlarında “Devlet nerede? Diyenler vatan hainidir.” Diyecek kadar keskinleşen zümreye söylenecek benim de bir çift sözüm var.

Hadi biz sizin güya bize uygun gördüğünüz vatan hainliğini sineye çekelim de.. -Sahi siz necisiniz ve bu vatanın nesi olursunuz bilmek isteriz?


Madem devlet, pardon akp hükümeti olayın başından beridir tüm kurum ve kuruluşlarıyla sahada ve olup bitene hâkim olduğu iddianızda ısrarcıysanız, sorarım size “Gaziantep’in Şehit Kamil ilçesinde bugün yani 22 Şubat itibariyle 16 gündür çadır bekleyen ve feryat eden depremzedeleri, olayın neresinde görüyorsunuz ve onlara ne diyeceksiniz?” Gerçekten çok merak ediyorum.


Adı Soyadı, açık adresi ve irtibat telefonun bende mevcut bir depremzede ailenin, yıllar öncesinde Üniversite arkadaşı olan bir hemşerimiz aracılığı ile bana ulaşarak, adeta yalvarırcasına çadır isteyip aman dilemelerini, benim aklım mantığım ve inancım kavrayamadı desem yeridir.


“Hayaller zaten bitmişti, umuda da heves bırakmadınız.”


7x24 Tüm kanallarda boy gösterip güya iktidarın icraatından çok, muhalefet parti beyanlarına cevap yetiştirmek ve ağza alınmayacak ağır küfür ve hakaretleri sıralayanların acaba bu 16 gündür çadır bekleyen insanımızın feryadına verecekleri cevabı gerçekten merak ediyorum.


Bakalım bu gece hava kararıp, soğuk basmadan bu aile çadıra kavuşabilecek mi? Yoksa olay farklı yerlere ve boyutlara çekilerek hedef saptırıcı bahanelerle yada belki de böylesine ifadelerim için beni mi hedef gösterecekler? Çok merak ediyorum..


Haberimin kaynağını ve bana ulaşan çok sayıdaki video ve fotoğrafları şimdilik saklı tutarak bekliyorum. Sebep ise, depremzede aile bireylerinden birinin kamu görevlisi olduğu için, benim yüzümden başına bir çorap örülmesinden çekindiğimdendir.


“Ya umutlarda tükenirse bir gün?”







-ASRIN AFETİNDE ACIYA DOKUNMAK-1

6 Şubat sabahı çoğunluk ülkem insanı gibi bende televizyon haberleri ve kırmızı kuşak altyazılarda geçen “Asrın Felaketi” olgusuyla tanıştım.

Merminin vücuda girdiği ilk anlar misali olayın vahametini henüz kavrayamadan rutin “Pazartesi Sendromu Ruh Halime” bürünerek büromun yolunu tuttum.

Yol boyunca beynimdeki cevapsız ve korkunç soruların karşılığını bulmak adına açtığım bilgisayarımdaki tüm haber kaynaklarından adeta fışkıran bilgilerin acısı ve ağırlığı altında bende 7.9 şiddetinde depreme yakalanmış depremzede şok haline girmem ile “Kendine gel oğlum Hikmet.!” Diyerek silkelenmemin arası uzun sürmedi.

17 Ağustos 1999 Gölcük Depreminin ikinci sabahı “Sıcak Çorba Sebili” ile bölgede olan ve 5 gün kalan biri olarak, o yıllardaki yaşadıklarımın bendeki izi ve tesirinden olsa gerek, içimden “Hadi sana yol göründü, çabuk yollara düş..” emirlerini, sebepsiz ve gerekçesiz bir şekilde cevapsız bıraktığımı kendime yakıştırmamamın ruh hali, gün boyu sürdü. 

Ertesi akşamı hanemizdeki sofra başında oğlum Kürşat’ın “Baba biz Ateşbaz Yemek Fabrikası olarak” afet bölgesine sıcak yemek sebili götürme kararı aldık” demesiyle gözlerimdeki sevinci, kendim bile gördüm.!

Gece yarılarına kadar telefon ve sosyal medya üzerinden yaptığımız organizasyon hazırlık çalışmaları sonrasında, resmi olarak Afad’dan izin alınması ve ona göre hareket edilmesi zaruriyeti dolayısıyla, aşevi malzemesi ve erzak çadırı tırlarının bir ertesi günü ancak hareket edeceği anlaşıldı.  

Ancak benim bir gün daha beklemeye sabrımın kalmadığından emin olduğum için, sabah erkenden kendimi vurdum yollara.

Yükseköğrenimim dolayısıyla 1980’li yıllarda yaşadığım ve depremin en sert ve şiddetli vurduğu Hatay ili merkezi olan Antakya’dan başka bir rotam olamazdı. 

Derken gece yazışmalarıyla yol arkadaşlığı için onca talepli arasından seçtiğim, akrabam ve hemşerim Mehmet Suvatçı abimi de Karapınar’dan alarak tam 13 saatlik meşakkatli bir yolculuk sonrasında gece karanlığında, adeta yerle bir olmuş vaziyetteki Antakya’ya ulaştık…

(Devamı yarın)



-ASRIN AFETİNDE ACIYA DOKUNMAK-2

Merkez Antakya nüfusu yaklaşık 400 bin olan koca şehrin o gece karanlığındaki (Elektriklerde henüz şebekeye verilememişti) görünümünü şuan ne ben kelimelere dökebilirim nede usta bir sinema senaryo yazarı dahi tam anlamıyla tarif edemez diye düşünüyorum.

Biran hayal etmeyi deneyin ki “En yüksek dozlu korku filmlerinin harabe cadde ve sokaklarından yükselen –Toz bulutları, -Feryatlar, -Karanlık, -Soğuk, -Çaresizlik, -Ümitsizlik, -Bekleyiş, -Yardım dilenişi, -İsyan çığlıkları, -Dualarla haykırış..” kısacası dünyadaki aklınıza gelen insanlık adına ne kadar “ACILI” olumsuz duygular varsa… Hepsinin karman çorman ama birlikte kaynadığı hatta fokurdadığı bir ortam…

Ben şuan bu satırları yazarken bile adeta yine ortam girdabına çekilme ürpertisini yaşıyorsam, varın o anki yüzde yüz gerçek bu duyguların tam ortasındaki hissiyatımı siz tahmin edin. 

Dünyadaki yaşadığım, 56 yılda başıma gelen her türlü negatif duygularımı toplasam ve trilyonla çarpsam bile tahmin edemeyeceğim şiddetteki dozajı o anlık 5-10 dakika içerisinde şoklanmış vaziyette yaşadım desem yeridir.

Şükür iyi bir beyin ve ruh sinir yapım varmış ki patlamadı..

Gerçi şimdi burada benim gıytırıktan yardıma gitmem dolayısıyla olayın taa 3. günündeki duygularımla sizin kafanızı ütülemekten ziyade, öncelikle kendime ve okuyanlarıma izah etmeye gayret ettiğim husus şu ki, varın birde siz o deprem anından sonra hayatta kalan insanlarımızın, o ilk birkaç gün yaşadıklarını, varın siz hesap edin.

O gece karanlığında aracımızı rastgele park etiğimiz yıkık işyeri duvarı dibine bırakarak kimi enkaz halinde, kimi yan yatmış ve kiminde can kurtarma çalışmalarına yeni başlanmış evlerin sokakların arasında öylesine dolaştık, yol arkadaşım Mehmet Suvatçı ile ağlamaklı..

“Acıya Dokunmak” ifadesinin tam karşılığını yaşadığımız o kâbus misali gecenin şafağa yakın bir zaman diliminde arabamızın ön koltuklarına uzandığımızla, oğlum Kürşat’ın Antakya merkeze giriş yaparak, Afad tarafından yönlendirildikleri bir merkeze, teşkilatı kurmak üzere oldukları haberi telefonunun arasın fazla olmasa gerek.

Atılan konuma ulaşmamız ile şafağın sökmesi bir olsa gerek, anında kendimizi en acil ve en uygun bir görevin doğaçlama içinde bulduk. 

Zaten kaç gündür soğuktan ve açlıktan bitkin düşmüş onca insanımıza tez elden sıcak çorba, kahvaltılık ve çay servisi hizmetine başlamamız jet hızıyla oldu sanırım. Derken öğle ve akşam yemek hazırlıkları ve servis hizmetlerimizin 24 saat devam etmesinden ve bol çeşitli menümüz ile ihtiyaç sahiplerini nasıl memnun edip ne çok dualarını aldıklarımızdan bahsedecek değilim. Üzerimize düşeni ve kendimize yakışanı yapmanın gayretinde olduk, o kadar. (Nokta)

Derken bu asil “Sıcak Aş Sebili” görevimizin yanısıra benim gazetecilik gibi de şahsiyetimle örtüşen bir mesleğim olduğu gerçeğinden hareketle.. Hatta insan olmanın bile bir gereği olarak hemen önümüzdeki yolun karşı yakasındaki yüzlerce enkaz ve yıkık evlerdeki, ülkemin dört bir köşesinden gelen onlarca gönüllü kurtarma ekipleri çalışanlarına, yaşım ve bedeni mevcutlarımın müsaade ettiği kadarıyla, bizzat bedeni ve fiziki yardım etme gayretlerimi uygulamaya çabaladım.

Uzun lafın özetine gelecek olursam, bölgede bulunduğumuz dört gün boyunca; 

1-İnsani olarak üzerime düşeni,

2-Mesleki olarak etik olanı,

3-Kişilik olarak kendime yakışanı,

4-Aldığım maddi destek vebalini..

Gerçek anlamda ve layıkıyla yerine getirmenin huzuru ile tüm yardım ekibimizle birlikte geri dönmüş olduk.

-Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar olsa da sanıyorum ki ben hala olayın şokundan tam olarak sıyrılabilmiş değilim ve her an o geceleri beni çağıran çığlıklara doğru, yeni bir şafakla yine yollara düşmem uzak değil. 

Bu yazdıklarım, hissettiklerimin milyarda biri bile değil. 

Bilesiniz.

(Nokta)








-ACIMIZIZA BİLE YANAMADIK.!

Hay bu kutuplaşma olgusunu topluma empoze edenin taaa….!

Arif olan çoktan anladı(...) aptal olanla da zaten benim işim olmaz.

Ulan gardaşım lafa başlarken hem “Asrın Felaketi” diye başlayacaksın, sonrada lafı döndürüp dolaştırıp illaki tarafı olduğun ittifakın yada kutbun lehine ve öbür mahallenin aleyhine kesin ve kati hükümler içeren beylik ifadelerle satır sallayıp güya ortadan konuşmuş olacaksın öyle mi?


Cümlenin başında yada sonunda da “Ben doğru neyse onu bilir onu söylerim, böylesi zamanda siyaset yapacak değilim.. Gün birlik olma günüdür...” türünden birkaç garnitür sloganvari ifadeyi de sallamayı ihmal etmeyeceksin.


-Vay anam vayyy, yandı ki keten helva ne yandı.!

Bu türden ve toplumda çok sayıda bulunan, hatta sayıları her geçen gün artmakta olan, bence “Takıntılı, saplantılı, biatçı, aklı ipotekli, parti ve lider tapıcısı..” insanlarımız yüzünden, inanın şu deprem felaketinin acısına bile şöyle kana kana yanamıyoruz yahuu..


FELAKET Mİ? İHANET Mİ?

Kimilerine göre takdiri ilahi ve mukadderat olarak görülen, kimilerince ise doğal tabiat olaylarının bir çeşidi olan “Deprem” olgusunun ülkemizdeki son icraatı olan 10 ilimizi kapsayan ve çok büyük maddi, manevi ve sosyo kültürel açılardan büyük tahribatlara sebep olan olgunun bir “Felaket mi? İhanet mi?” olduğu hususunu önümüzdeki süreçte uzun süre konuşup tartışacağımız aşikâr.


Amma velakin, şu yukarıda belirttiğim toplumdaki kutuplaşma salgını ve hastalığı(!) yüzünden böylesine hayati bir mevzunun bile aklıselim değerlendirilerek, gerekli mesaj ve dersler çıkartılarak, geleceğe yönelik gerçekçi kararlar alınacağına emin olamıyoruz vesselam.

Hal böyle olunca da, sanırım biz ülke, toplum, millet ve seçmen kesimimizin çoğunluğunun olayları hala kaderci ve biatçı kafayla değerlendirmeye devam ettiği sürece, kırk fırın ekmek te yesek, fazlaca bir yol alacağa benzemeyiz. Çünkü demokrasinin gereği seçim sandığında oylarımızın tercihini belirlemede dahi kısa vadeli dar düşünceyle, şahsi ve siyasi menfaatlerimizi öne aldığımız için, bize hükümet edecek ve devlet görevini ifa edecek insanlarda aranılan vasıflardan habersiz öyle çok toplum kesimlerimiz var ki.


Onca insanımız can derdindeyken hala bir taraftan,

“Siyasi kutuplaşmaya kürek çekenlerin cümlesine toptan demem o ki;

“O deprem yıkıntılarının altında, sizlerin bu biatçı düşüncelerinin kalmasını öyle çok isterdim ki!”







HANEDANLIK YAKINDIR!

Kelime olarak “Hane=Ev'den, içinden olma" anlam ve düşüncesinin, dünya medeniyetler ve devletler tarihinde, (özellikle eğitim düzeyi düşük toplum ve milletlerde) uygulama alanı bulan bir yönetim biçiminin adıdır “HANEDANLIK.” Nokta.

Tek amacın “İktidar Erki" gücünün ele geçirilmesi ve eldeki gücün kaptırılmaması hatta hanesinden gelecek nesillerin de bekası adına, gücün verdiği tüm yetkilerin kullanılarak muhtemel rakiplerini alt etmenin hak sayıldığı gerçeği hanedanlıkta esastır.”

Dünya devletler, milletler ve yönetim şekilleri tarihi, bu anlamda incelendiğinde net olarak görülmektedir ki, yerleşik rejim değişiklikleri, sırf iktidardaki erkinin, isteği ve dayatmasıyla uygulanmaya kalkışmalarda, ekseriyeti “Kanlı olaylara sahne olmuştur.” 

Yani rejim değişikliklerinin kanlı mı, kansız mı olacağı hususunda, kanlı olma ihtimali her zaman yüksek olagelmiştir.


TÜRKİYE YOL AYRIMINDA MI?

Yaklaşık altı asır hanedanlık rejimi olarak tarihe geçen “Osmanlı İmparatorlu” bakiyesi olan ve küllerinden hayat bulan Türkiye Cumhuriyeti demokrasi sürecimiz, kimlerine göre yüzyıllık bir maziye sahip olsa da, kimi dinci yobaz tayfaya göre ise, Osmanlıdaki 1839 Tanzimat Fermanı ile başlayan demokratikleşmenin mazisi iki asra yakındır.

Hilafetsiz ve halifesiz bir devlet nizamının başarılı olmayacağına inanan “Biatçılık ve Ümmetçilik” temeline oturan zihniyetin günümüzdeki uzantılarının, Cumhuriyet ve demokrasinin imkânlarını kullanarak, kansız bir şekilde ele geçirdikleri “İktidar Erki” gücünü kullanarak, tekrar o eski dönemlerdeki ve devirlerdeki gibi “Hanedanlık Rejimine dönme istek ve heveslerini görmemek mümkün değil.

İlk zamanlardan gizliden ve içten içe besleyip büyüttükleri bu rejim değişikliği ütopyasını son zamanlarda açıktan ve hatta kanırt kanırta dillendirenlerin sayısı da hiç öyle istisna denilemeyecek çokluktadır.


MİLAT: 14 MAYIS 2023 

Türk milletinin şerefli bir mensubu ve seçmenleri olarak, önümüzdeki 14 Mayıs genel seçimlerinin gerçek anlamda tam bir milat olduğunu düşünenlerdenim. 

Ve özellikle damarlarında asil Türk kanı olan ve bilinçli bireylerden olduğunu iddia eden hiç kimse bu seçimi demokrasi tarihimizdeki diğer seçimler gibi sıradan bir seçim olarak  görerek “Her seçim kendi dönemince özel ve kritiktir” sloganına sığınmadan, bu yol ayırımı tehlikesinin ve gerçeğinin farkında olmalıdır. Lütfen.!

Ya “Hanedanlık=Biatçılık, ümmetçilik, dincilik, lidercilik ve mutlak otoriteye ve saltanata itaat..

Ya da “Cumhuriyet= Demokrasi, hukuk, adalet, insan hakları, ilim, bilim ve çoğulculuk esaslı yönetişim anlayışı…

Buyurun herkes kendine yakışanı yapsın, kararını ve seçimini ona göre belirlesin.. 

Basit şahsi, siyasi ve ticari hesapların küçük beyinlileri olmayalım.

Mecnun ve Anne kadar seven mi kaldı.

SEVİYORUZ AMA KİMİ?